18 Mayıs 2024 Cumartesi

 

Yazamıyorum.

Yazı yazamıyorum. Ne zaman bir film hakkında yorum yapmaya başlasam, cümlelerim anlamsız gelmeye başlıyor. Zihnimde bir bahanenin arkasına sığınıp kaçıyorum. Bırakıyorum yazmayı. Uzun zamandır başı sonu olan bir film yazım olmadı. Beni çok etkileyen filmler izledim ama sanki bir yerde yanlış yapıyorum hissini de bir türlü atamadım üzerimden. Bir yerde yanlış yaptığım aşikar. Fakat neresi olduğu bana gizli.

Yazamıyorum.
Ne yaparsam yapayım. Ne kadar afili cümleler bulursam bulayım. Olmuyor. Sanki hep eksik kalıyor. Mutlaka eksik kalıyor. Ama ben mükemmel olmayanı kabullendiğimi zannediyordum. Yanılmışım. Koca bir yanılgı. Film hakkında söylenebilecek her şey söylenmiş, sanki benim görüşüme kimsenin ihtiyacı yokmuş. Halbuki ben, insanların benim görüşüme ihtiyacı olduğu için yazmıyordum. İçimden taşıyordu duygular. O film hakkındaki düşüncelerimi bir yere aktarmalıydım. Kaybettim o hissi. Kaybettim. Kendimi bir yerlerde bıraktım. Orada kendime konfor alanı yarattım. Şimdi o çaresiz alandan çıkmak istemiyorum. Uykum var. Çok uykum var.
Yazamıyorum. Yazamadıkça boğuluyorum. Nefessiz kalıyorum sanki. Ya da şöyle .  Kafamın içindeki ağırlık artıyor. Büyüdükçe büyüyor. Ağırlaştıkça ağırlaşıyor.  Artık onları taşıyamayacak gibi oluyorum. Neyse biraz uyuyayım diyorum. Uyuyunca geçer sanıyorum. Geçmiyor.

Yazamıyorum.
Bu beni çok mutsuz ediyor. Huzursuz oluyorum. Üzgünüm. Çok üzgünüm. Yazmak çare olacak biliyorum. Yazdıkça hafifleyecek yükler. Zihnimdekileri aktardıkça rahatlayacağım. Fakat söylüyorum ya işte. Yazamıyorum. Tam ortasına geliyorum cümlenin. Her şey bir anda anlamını yitiriyor. Öyle güzel cümleler kuruyorum zihnimde, hepsi uçup gidiyor. Yazamadıkça yoruluyorum. Yine de…

Yazamıyorum.
Bütün kinimi, nefretimi, karşı olduğum her şeye karşı duyduğum her duygu parçasını akıtmak istiyorum. Aksın ve gitsin istiyorum. Gitsin ve bitsin istiyorum. Yazmadıkça tükeniyorum. Yazdıkça yaşadığımı hissediyorum sanki. Bu yazmakla ilgili bir şey değil ama . Üretmekle ilgili. Üretim sancısı bütün bunlar. Marifetin iltifata tabi olmasıyla ilgili. O film konuşulmalı. O film yazılmalı. O film defalarca izlenmeli. Takdir edilmeli. Analiz yapılmalı. O filmden dersler çıkarılmalı. İşte bütün mesele o filmin üzerimde yarattığı hisle baş edemiyor olmak. O film hayatıma girdiği anda akacak bir su bulmalı. Çıkacak bir kapı bulmalı. Ama gel gelelim ben yazamıyorum. Yazamıyorum.

Yazamıyorum.
Sinemanın bende yarattığı hislerle başa çıkamıyorum. Bu kadar tutkuyla bağlanmamalı hiçbir şeye belki de. Bazı kamera hareketleri beni bu denli heyecanlandırmamalı. Oyunculuklar ve sergilenen performanslar bu kadar etkileyici olamasa belki biraz baş edebilirdim. Ama bir de siyah beyaz filmse. O filmde bir de eşsiz mimari örneklerini görüyorsak. Off of. Sinema sen bana ne yaptın böyle. Bir arabanın içerisinde geçiyorsa ve kamera bazen yola bazen de oyunculara dönüyorsa. Yola eşlik eden güzel müzikler de varsa eğer… işte acının katlandıkça katlanması böyle bir şey. Ne yazık ki yazamıyorum. Aşık bir adamın gözlerinin içine bakıp sustukça haykırması, kameranın o anda uçan bir kuşu çekiyor olması, sinema bütün özgürlükleriyle hapsediyor beni. Kendi kafesine koyuyor sanki.  Elime bir senaryo veriliyor. Görselleştirmem isteniyor. Güzelleştirmem isteniyor. Fakat ben yapamam diyorum sanki. Sen yaparsın, aslansın, diyen kimse de yok. Vazgeçiyorum. Muhteşem doğa görselleri arasında etkileyici diyaloglar akıyor zihnimde. Sonra bir anda hava kararıyor. Gök gürültüsü, şimşekler, sağanak bir yağmur, ayaklarımız hep çamur. Sonra üşüyor zihnim, donuyor düşüncelerim. Yazamıyorum.Söyledim ya işte yazamıyorum. Nasıl yazayım. Nasıl anlatayım. Hangi kelimeleri kullanayım ince hesaplanmış etkileyici sahneleri anlatmak için. Hangi cümleleri kurayım?

Yazamıyorum.

Yazamıyorum.

Yazamıyorum.

19 Nisan 2024 Cuma

 

The Royal Family

İngiltere kraliyet ailesine metinlerarası bir bakış;

Monarşi, siyasal gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu ve yönetimin genellikle kalıt yoluyla aile bireylerine geçtiği devlet biçimi şeklinde tanımlanıyor.  İngiltere’deyse durum ikili yönetim biçiminde devam ettiriliyor.

The Crown dizisini referans alırsak Buckingham sarayı, başbakan Winston Churchill’den bugüne dek pek çok başkana ev sahipliği yapıyor. Göreve gelen her başbakan öncelikle kraliçeyle görüşüyor ve bunlar haftalık görüşme rutinleri şeklinde devam ediyor. Tabi ki bu yazının amacı kraliyet tanıtımı ya da İngiliz yönetim şekli bilgilendirme kursu falan değil. İşlere biraz sinematografik bir parça da estetik açıdan bakmaya çalışalım.

Tarihleri epey eskilere götürmek yerine kraliçe Elizabeth ve çocuklarının devam ettirdiği kısmı dikkate alarak araştırmalarımı bu yönde ilerlettim. Karşıma ilk çıkan elbette ki Fırat Neziroğlu'nun dokuması oldu. Buckingham sarayının özel talebi üzerine kraliçenin bir portresini dokuyan Fırat hoca, literatüre geçen kendi düğüm tekniğiyle şahane bir eser ortaya koyuyor. 


Dokumada kullandığı ipler, kraliçenin yüz ifadesindeki ayrıntılar, çok yaşlı gözükmemesi fakat iğreti de durmaması için yaptığı incelikli çalışmalarla eserimiz sarayın yolunu tutuyor. Fakat bildiğim kadarıyla Fırat hoca henüz teşekkür için Buckingham sarayına davet edilmedi. (What a shame!)

Kraliçeye dair ikinci bağlantımız bir kitapla ilgili;


Kraliçe Kitap Okursa - Alan Bennett

Kitabın Özgün Adı:The Uncommon Reader

Çeviri: Süha Sertabiboğlu

Sel Yayıncılık

Oldukça yaşlanan kraliçenin kendisini kitapların dünyasına adamasını anlatan kitabın ne kadar gerçekçi olduğu tartışılır.  Kitap okudukça ve bundan zevk almaya başladıkça diğer görevlerini bazen aksatan kraliçeye saray halkı farklı bir gözle bakmaya başlar. Kraliçenin kitaplarla kurduğu bağ ve o zamana kadar vakit ayıramamış olmanın pişmanlığı onu, arayı kapatma çabası içerisine sokar. Her kitap bir sonrakinin kapısını açar. Böylece okuduğumuz kitabın içerisinde pek çok yeni kitapla da tanışmanın mutluluğunu yaşarız. Nihayetinde kraliçe kendi kitabını yazmaya karar verir. Sekseninci yaş gününde bunu başbakan ve bakanlarla da konuşup paylaşır. Kitabımızın muzip yazarı mizah anlayışını burada da konuşturmayı başarır.

 Kraliçenin okuduğu birkaç kitap;

Nancy Mitford - The Pursuit Of Love

J.R.Ackerley - Köpeğim Lale

 "Kitap okumak geri çekilmektir. Kendini ulaşılmaz kılmaktır. Meşguliyet biraz daha az bencilce olursa insan kendini daha rahat hisseder." (s.39)

 Üçüncü bağlantımız Buckingham sarayında sarsıntı etkisi yaratan prenses diana hakkında;

 
Yönetmen koltuğunda biyografi filmleriyle bilinen Pablo Larrain oturuyor. 2021 çıkışlı film, Balmoral kalesinde bir Noel tatili sürecine odaklanıyor. Kristen Stewart'ın dramatik oyunculuğundan mıdır bilmem oldukça boğucu ve sıkıcı bir film deneyimi olduğunu  söylemeliyim.

Gelelim çalışmamıza ışık tutan dördüncü kaynağa;

6 sezonluk şahane bir yapım!

The Crown


Kraliçenin gençliği, orta yaşları ve yaşlılık dönemini, birbirinden şahane oyuncuların canlandırdığı yapımda, İngiliz sömürgeciliğinin bütün detaylarını görebiliyorsunuz. Afrika’dan Avustralya’ya kadar emperyalizmin karanlık odalarında dolaştığımız yapımda bir de halkın bu durumdan mutluymuş gibi yansıtılması beni derinden etkiledi. Kıymetli madenleri bir tarafa bırakalım, zihniyetlerin sömürüldüğü, ideallerin çürütüldüğü bir zombi istilasından bahsediyoruz. Afrikalı bir çocuğun kraliçenin ayağını öpmesi mi dersiniz yoksa kraliçeyi dansa kaldıran devlet başkanının bizi biraz daha sömürmeye devam edebilirsiniz mesajını mı, hangisi daha utanç verici bilemiyorum. Hong Kong’da ne işiniz var kardeşim?

Oldukça uzun ve yaralayıcı olan bu konuyu bir kenara bırakıyorum.

Gelelim kraliyet evliliklerine;

Bir tane huzurlu çift yok. Kraliçe de buna dahil. Temel sorun ise boşanamamak. Bunlar Katolik tabi Elizabeth de kilisenin başı. Dolaysıyla ne kendisi ne de ailesi bu kurallara karşı gelemiyorlar. Bapiskoposlar iş başında.

Ne çektin be Margaret! Kendisi kraliçenin kız kardeşi. Halihazırda evli ve çocuklu olan bir subaya aşık oluyor. Tabi adam boşanıyor fakat kraliyet evlilik kuralları bu duruma karşı. Aileden hiç kimse boşanmış biriyle evlenemez. Zavallı Margaret yıllar sonra başka bir adamla evleniyor fakat aldatılmanın verdiği psikolojik yıkımla hayat boyu mutlu olamıyor.

Kraliçenin amcası Winston dükü, sevdiği kadınla evlenebilmek için kral olmaktan vazgeçiyor. Tahtı bırakıyor adam. Abi siz şaka mısınız yaa. Elizabeth'in büyük oğlu Charles Diana ile evleniyor ama Camilla'ya aşık. Ona olan aşkı evliliğini bitiriyor ve ne yapıp edip Camilla'yı alıyor. Kardeşim sizi aşka kim inandırdı bu kadar. Hayır genetik midir nedir. Charles’ın oğlu Harry, o da sevdiği kadın için kraliyet unvanını bırakıyor. Her şeyden vazgeçiyor.

Harry & Meghan belgeselinde bunun tüm detaylarını görebilirsiniz.


Kim bu diana ve neden bu kadar seviliyor?

İnsanlara olan içten ve sıcak yaklaşımı halkın gözünde onu bir kahramana dönüştürüyor. Kraliyet ailesinin soğukluğunu yadırgayıp insanların desteğine sığınıyor. Neymiş Elizabeth çok mesafeliymiş. Gelinini seven kaynanayı nerede gördünüz kardeşim? Kadın elbette ki oğlunu desteleyecek. Drama Queen!

Mısırlı milyarder Muhammed el Fayed peki;

Taşıdığın isimden utan be adam!

Kardeşim sen medeniyetin beşiğinde doğmuşsun. Senin ne işin var tuvalet adabını bile bilmeyen elin İngilizleriyle. Ayy içim sıkıldı bu adamın Batı sevgisinden. Sana yazıklar olsun be adam. Firavun mezarında ters döndü kibrinden. Ne yapsa yaranamıyor bir de. Ne bekliyordun hacı abi. Bu insanlar senin yalnızca kanını emen vampirler. Üzücü.

Yazımı bu şekilde sonlandırmak istemiyorum elbette.

Kraliyet ailesine dair yapılan pek çok dizi ve film var. Benim burada bahsettiklerim buzdağının yalnızca görünen kısmı. Allah kimseyi İngiltere Kraliyet ailesini savunacak kadar aciz kılmasın. Bu yapımların hepsi iyi ya da kötü şekilde bir manipülasyon tekniği kullanıyor. Sömürülen toplumların, yaşatılan acıların arka planında müthiş bir israf, şatafat ve sınıfsallık hakim. Her ne kadar sinematik başarılarını takdir etsem de arka planda işleyen hikayeler ve taşıdıkları ideolojiler hayatım boyunca karşısında duracağım şeyler. Küreselleşen dünyada politika ve medyanın insanlar üzerindeki etkisini görmek ve tahlil edebilmek için izlemeye, okumaya ve araştırmaya devam…

 


27 Mart 2024 Çarşamba

 

Justine Triet Sineması 

Çağdaş Fransız sinemasının özgün kadın yönetmenlerinden Justine Triet’in beş filmi üzerine;

  • Bir Düşüşün Anatomisi, 2023
  • Sıbyl, 2019
  • Victoria, 2016
  • Solferino Muharebesi, 2013
  • Yaramaz Kız Kötü Çocuk, 2012

Yönetmenimizin yıllar içerisinde yaptığı filmlerle insana, hayata ve olaylara bakışını daha net bir perspektiften görme imkânına erişiyoruz. Feminist bir söylem üzerine inşa edilen sinema anlatısında alışılmışın dışında anne karakterleri, derinlemesine incelenen genç kadınlar ve üstesinden gelinemeyen duygular göze çarpıyor. Yer yer politik söylemlere tanık olduğumuz filmlerinde, belgesel kurmaca karışımı bir şölen izliyoruz.

Victoria filmiyle yönetmenimiz, Bir Düşüşün Anatomisi filminin altyapısını oluşturuyor. Mahkeme salonlarındaki suçlama ve savunmaların heyecanı hikâyeye kendimizi fazlasıyla kaptırmamıza sebep oluyor. Hayatın suçlayan tarafında olmakla, suçlanan tarafında olmak arasındaki ince çizgilerinde geziniyoruz. Sanırım bu sayede yaşamın kısalığını ve anların uzunluğunu daha iyi anlıyoruz.

Çalışan annelerin çocuklarıyla geçirdiği vakitlerin azlığı ve filmlerde ele alınan ilgisizmiş gibi gözüken anne rolleri beni oldukça rahatsız etse de şuan olduğumdan farklı düşünmeye sevk etti diyebilirim. Çocuklarıyla ilgilenemeyen annelerin yaşadığı hayatla, bir şekilde büyüyüp giden çocukların sonrasında bundan duyacakları kafa rahatlığını da hesaba katmalıyız. “Ben sana hayatımı verdim ve her zaman seninle ilgilendim” diyen bir annedense hayatın bazı anlarında bir arada olup akışta herkesin kendi yaşamını inşa ettiği bir deneyim daha mantıklı gözüktü gözüme. Fazla ilgili annelerin çocuk üzerinde yarattığı baskının ve sanki yaşamayı, dünyaya gelmeyi çocuk istemiş ve bu onun geri ödemesi gereken bir borçmuş gibi görülmesinin ağırlığı çöktü zihnime. Sonra filmlerdeki anne karakterlerinin hayatlarına baktım. Kariyer mücadelesi verirken bir yandan da bakıcılara emanet ettikleri çocuklarına ilerisi için bir seçenek sunmuş oluyorlardı. Kimsenin kimse için fazla fedakârlık yapmadığı ve bağlılık dağlarını çocuğun sırtına yüklemediği bir dünyada, bir birey olarak çocuğun, hayatta başarısız olma hakkının da olması fikri zihnimde bir kargaşa yarattı. Başarısız olmak da bir hak olmalıydı çünkü. Fakat fazla iyi, sevgi dolu, fedakâr aile büyükleri yüzünden insanın kendi hayatını yaşayamayıp sanki ömür boyu bir borç ödemek zorundaymış gibi anne babasının istediği hayatı yaşaması felaketin ta kendisi bana göre.

- Hayatı yeni yeni anlamaya başlamışken bütün bu sorgulamaların arasından yeni yeni sıyrılırken üzerime yüklediğiniz yüklerinizi alın ve beni rahat bırakın demek istiyor insan. Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. İstemediğim halde beni büyüttüğünüz için teşekkür ederim fakat yeterli. Beni rahat bırakın.

İşte Justine Triet, çizdiği anne rolleriyle çocuklara böyle bir özgürlük alanı tanıyor. Babasız büyüyen çocuklar sorunlu aile bireyleri arasında geliştirdikleri karakterleriyle kendisi olabiliyor. Çocuk olmaktan çıkıyor, küçük insanlara dönüşüyorlar. Problemli aile güzellemesi yapmıyorum elbette. Yalnızca mükemmeliyetçi ailelerin problemin ta kendisi olduğunu söylemeye çalışıyorum. Hiçbir şey gözümüzde büyütülmüyor. Ben buyum ve böyle yaşamak istiyorum denilebiliyor. Herkes kendi dünyasında kendi savaşını veriyor. Bu tam anlamıyla mutlu son. Mutluluksa bir illüzyon.

Peki, bu noktada anne ve baba hakkını nereye koymalıyız?

Ebu Hureyre ’den (ra) rivayet edildiğine göre Resulullah şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir çocuk babasının hakkını tam olarak ödeyemez. Ancak babası birinin kölesi olur da, o da onu satın alıp azat etmiş olursa belki.” (Müslim)

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor:

Bir adam Resulullah’a gelerek “Ya Resulullah insanlar içinde iyi davranmama en fazla layık olan kimdir?” diye sordu. Resulullah “Annendir” buyurdu. Adam “Sonra kim?” dedi. Resulullah “Annen” dedi. Adam “Sonra kim?” dedi. Resulullah yine “Annen” dedi. Adam “Sonra kim?” diye sordu. Resulullah “Baban” buyurdu. (Buhari, Rihle)

Bütün bu hadisler ve hadiseler çerçevesinde bireyin rolü ne olmalı? Ebeveyn konumunda çocuklarına karşı, çocuk konumunda ise anne ve babasına karşı nasıl bir tavır almalı insan? Sinema bize bu noktada nasıl bir yol çiziyor? Bu çizilen yollar ne kadar doğruya götürüyor? Bilemiyorum. Bütün bu soruların cevabı için izlemeye ve okumaya devam ediyorum.

Fransız sinemasının dünyadaki konumunu düşündüğümüzde insan hikâyesini anlayan ve bunu estetik bir dille anlatabilen bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa insanının aile kavramına olan yaklaşımıyla taban tabana zıt hadisler üzerinden Müslüman bir aile yapısını karşılaştırdığımızda, karşımıza pek de iç açıcı olmayan bir tablo çıkar. Sanki böyle yapmazsanız sonunuz bu olur, denilir metinlerde. Sosyolojik bir tahlilden ziyade kişisel gözlemlerime dayanarak geldiğimiz noktada gördüğüm şey, bütün aile yapılarının sorunlu olduğu. Yeniden düşünülmeye ihtiyacı olan bir kavramla karşı karşıyayız. Bilgi yığınlarının altından kalkmalı ve yeniden yaşanılabilir bir aile ortamı inşa etmeliyiz belki de. Sinema sayesinde bazı çürümüşlükleri daha net görüyor ve tahlil ediyoruz. Ülke sinemalarına baktığımızda karşımıza çıkan birbirinden farklı kültürler ve yaşama biçimleri ailenin tek bir formunun olmadığını gösteriyor. Bu da bizi kalıplaşmış kavramlardan uzaklaştırıyor. Aile üzerine düşüncelerimizi temellendiren bütün bilgilerin kaynağına iniyoruz.

Derinlere indiğimizde bulduğumuz Kur’an ve sünnet temelli yaşantı şekilleri, Avrupa sinemasına bakışımızı da değiştiriyor. Yalnızca sinemaya değil hayata da bu pencereden bakma çabası en temelde sağlam bir zemine ayak basmanın gerekliliğini gözler önüne seriyor. Fakat zeminin ve zamanın kayganlığı, değişen ve dönüşen dünyada son nefesimize kadar mücadele etmemiz gerektiğini de hatırlatıyor.

2 Mart 2024 Cumartesi

 

Dune Part II

Asırlardır Var Olan İnanç Krizi      

İnsanlığın yüzyıllardan beri süregelmiş ortak bir beklentisi vardır. Kendilerini bulundukları durumdan kurtaracak bir Mesih, yüce bir kurtarıcı, Mehdi beklentisi. İnsanoğlu, bu bekleyişi hiçbir zaman sonlandırmamış ve bu uğurda yaşamaya, mücadele etmeye devam etmiştir. Kimi toplumlar bu inançları yüzünden kandırılmış, aldatılmış ve kötü niyetli insanlar tarafından yanlış yönlendirilmiştir. Gelip geçmiş onca kavimden geriye bu inancın diriliği kalmıştır.

Frenk Herbert’in aynı adlı kitabından uyarlanan ikinci filmde, bu bekleyişi, zavallı insanoğlunun kurtarıcı özlemini perdeye taşımaktadır. Bir Mehdi arayışı mevcut durumun zorluğuna katlanmayı kolaylaştırmaktadır. Kehanetler ve kulaktan kulağa aktarılan hikâyeler özlemle bekleyişi perçinlemiş ve çöl toplumu inancın zirve noktasına gelmiştir.

Paul Atreides, aranan Mehdi’nin ta kendisidir. En azından Fremenler öyle olduğunu ummaktadırlar. Her ne kadar Mehdi olduğunu kabul etmeyen bir kurtarıcı imgesiyle karşı karşıya kalsak da kehanetlerde yazan bütün özellikleri taşıdığı da bir gerçektir. Ona “Lisan el Gaib” şeklinde hitap ederler. Dış dünyadan gelen ses, bilinmeyen bir dil, Fremenlere göre Arrakis gezegenine gelecek olan peygamber.

Muad'Dib, çölün yolları hakkında engin bilgiye sahiptir. O, kendi suyunu yaratır; güneşten sakınır ve gecenin serinliğinde seyahat eder. Muad'Dib toprağa bereket verir. Biz ona 'çocukların yol göstericisi' deriz. Hayatını şekillendireceğin sağlam bir temeldir bu, Paul Muad’Dib. " Stilgar

Hikâyenin akışı, fondaki müziklerin duygu geçişlerine etkisi, renk ve ışık kullanımı, gölgelerin sinematografisi, baştan sona muazzam bir bilim kurgu yapımı izlediğimizin kanıtıdır. Denis Villeneuve, sinema anlatısını çok güçlü bir zemine kurmuşa benziyor. İkinci filmde, yeni eklenen karakterler, kostüm tasarımları, geçmişe dair ayrıntılar ve var olan hikâyelerin derinlerine inilmesinin beni oldukça heyecanlandırdığını söylemeliyim.

Gelelim “Bene Gesserit” rahibelerine.

Kadınların, arka planda, gizlice bütün imparatorluğu yönetmeleri her ne kadar hoşuma gitse de olay, onlar arasında da bir iktidar kavgasına dönüşünce bazı konularda tereddüt ettiğimi belirtmeliyim. İnsanların inançlarını kullanarak onları istedikleri şekilde yönlendirmek yabancısı olduğumuz bir konu olmasa gerek. Herkes neye inanıp kimin arkasından gittiğine dikkat etmeli elbette. Mistisizmin insanı içine çeken yanı, filmde rahibeler üzerinde incelikle inşa edilmiş. Kurdukları politik atmosfer, insanın yönlendirilmeye ne kadar açık bir varlık olduğunu da kanıtlar nitelikte. Harnonken hanedanlığının temsil ettiği kötülüğün, sinema perdesine bu denli soğuk ve korkutucu yansıtılması ise seyir zevkini oldukça artırıyor.

 Sinema benim için biraz da böyle bir şey. Kalp atışlarını hızlandıran, yer yer soluksuz bırakan, uzun süre beklediğin bir filmin şölene dönüştüğü eşsiz deneyimler silsilesi.

 

 

18 Ocak 2024 Perşembe

 

Close Your Eyes

Yönetmen: Victor Erice

İspanya, 2023


Sinemanın büyülü zamanlarına dönüş ve sinema tarihine bir saygı duruşu

 “İnsan hafızası önemlidir ama insan hafızadan daha fazlasıdır. İnsanın da duyguları, hassasiyetleri vardır.”

 İnsanın gördüğü şeyleri kaydetme isteği zamanla onlara bir hareket alanı kazandırmasıyla büyülü bir gerçekçiliğe evrilmiş ve günümüze kadar gelişerek, üzerine eklemlenerek bugün ki sinema formunu almıştır. Fakat gelişen teknolojinin beraberinde getirdiği imkânlar geçmişe duyulan özlemin yerini dolduramamıştır. Sinema bir ruhla başlamış ve zamanla bedenleşip ruhunu kaybetmiştir. Bugünden geçmişe bir ağıt niteliğinde olan filmde, insanın sinema sanatıyla olan ilişkisi, insan hafızasının derinlikleri üzerinden inceleniyor. Yönetmen, sinema tarihinin ilk filmine bir selam gönderirken, ilhamını aldığı yerin, görmek istediği sinema olduğunu da vurguluyor. Bunu filmdeki diyalogların içerdiği geçmiş özleminden anlıyoruz.

“Günümüzde insanlar filmleri sabit diskte tutuyor. Ben de onlara sinema tarihinin %90’ından fazlasının film veya fotokimyasal görüntü üzerinde olduğunu söylüyorum.”


Analog sinemanın dijitalde yakalanamayan hissi, izleyiciye hikâye boyunca bir katarsis yaşatıyor. Filmlerin yetersizliği sebebiyle tek seferde çekilmesi gereken sahnelerin yerini yüzlerce kez tekrarlanan fakat tatmin etmeyen duygu yoksunlukları alınca sinemanın değişimi de kaçınılmaz oluyor. Sanırım insan doğası gereği, üzerinde çabaladığı, emek verdiği işlerle daha fazla bağ kuruyor. Dijitalin geldiği noktada her şeyi bu denli kolaylaştırması tıpkı filmdeki bir sahne gibi, çalışan ellerle çalışmayan ellerin farkını ortaya koyuyor. Bedende izleri kalan hatıraların zihinde daha fazla yer tutması diyebiliriz buna.

Bir film sahnesiyle başlıyor hikâye. Filmin yönetmeni bundan yıllar önce çektiği filmde başrol oyuncusu arkadaşının gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasıyla filmini tamamlayamıyor. Yarım kalmışlığın peşine düştüğümüz hikâyenin akışı bizi duygusal olarak bir bilinmezliğin içerisine sürüklüyor. Ardından her şeyi bırakıp küçük bir sahil kasabasına yerleşen yönetmenimizin gündelik hayatına tanık oluyoruz. Rutinler arasında huzursuz bir ruh karşılıyor bizleri. Neyse ki yarım kalmış hikâyeyi tamamlamak için bir fırsat geçiyor eline ve yolculuk başlıyor. Diğer yolculuklardan farklı olarak bizi bir sona ulaştırıp ulaştırmayacağını kestiremiyoruz. Tam da bu noktada insan belleğinin izlerini sürüyoruz.

Geçmişi ne kadar hatırlarız? İnsan hafızasının sınırları nelerdir? İnsan yüzleri, yaşadığımız anılar, hayal ve gerçek arasında incelen çizgiler bize ne söyler?


Bütün bunları irdelediğimiz dakikalarda, unutulan anılar, sinema sanatının analog dönemlerinin insan hafızasından silinmeye başlamasını da yansıtıyor. Sinemanın analog dönemine şahit olan insanların ne kadar şanslı olduklarını düşünmeden edemiyorum. Belleğimize kaydettiğimiz yaşantılardan flaşlara aktarılan GB’lara dönüşen madde odaklı bir ruhsuzluk beni sinematografik açıdan tatmin etmiyor.


Sinemaya karşı duyduğum aşk, beni heyecanlandıran, soluksuz bırakan, ağlatan, hüzünle karışık mutluluğu yaşatan şeyin, ruhuma hitap eden analog sinema geleneğinden geldiğini anlamamı sağlıyor. Yalnızca ekranlara indirgenen görüntülerin ötesinde, kimyasal işlemlerden geçirilen, elle tutulan filmlerin büyüsüne yeniden kapılmama sebep oluyor. Filmin bende bıraktığı his, gözlerimi kapattığımda da devam eden bir sinema hakikatinin varlığı oluyor. Hayal perdesi, gerçekliğimle harmanlanıyor. Film biterken gözlerimden akan birkaç damla yaş, ruhumun derinliklerinde umuda dair pencereler aralıyor. Müzikleri kalbime dokunuyor. Işığı, sesi, kurgusu, sahne geçişleri, arka planda bu işi seven insanların olduğunu gösteriyor zannımca. Ana akım, tüketim ürünü haline gelen filmlerin dışında, insanın hislerini önemseyen, karakterler üzerinden yeni anlam kapıları açan bağımsız filmlerin de hala var olduğunu görmek büyük bir mutluluk veriyor.

 İyi ki sinema.

22 Aralık 2023 Cuma

 FİLİSTİN SİNEMASI

1- Limon Ağacı, 2008

Eran Riklis


2- Giraffada, 2013

Rani Massalha

İntifada'dan Giraffada'ya ismiyle Geçerken Dergisi, Mayıs 2023, 32. Sayıda filmin yazısı yayınlandı.

güzel bir iz bırakmak için


3- Büyük Gelen Palto, 2013

Nawras Abu Saleh


4- Kule, 2018

Mats Grorud


5- Burası Cennet Olmalı, 2019

Elya Süleyman


6- 200 Metre, 2020

Ameen Nayfeh

 

 

 

NURİ BİLGE CEYLAN SİNEMASINA 2023’TEN BİR BAKIŞ

Yönetmenin otuzlu yaşlarından sonra sinemaya başlaması genç sinema severler için oldukça umut verici olsa da sanatsal bilgisi, deneyimleri, gezip gördüğü yerler ve beslendiği kaynaklar bu işin göründüğü kadar kolay olmadığını anlatır nitelikte. Kısa filmi Koza ile sinema dünyasına hızlı bir giriş yapılıyor. Anne ve babasını oynattığı filmde sinemanın kodlarını çözüp bu işe başladığını anlıyoruz. Daha sonra taşra üçlemesinde de bize eşlik edecek olan aile üyeleriyle birlikte yönetmenimiz de senaryodan kurguya, renkten sese kadar bütün donanımlarını bu uzun metrajlarıyla tamamlıyor adeta. Ardından İklimler filmiyle hem konuyu hem de kastı değiştiriyor. Daha sonra evleneceği Ebru Ceylan ile başrol oynuyor bu filminde. Benim en sevmediğim filmi bu oluyor. Üç Maymun en iyi yönetmen ödülü kazandıran ve bunu sonuna kadar hak eden muazzam bir iş. 

Gelelim benim için Nuri Bilge Ceylan sinemasının başladığı yere. Önsöz ve girişi geçtikten sonra nihayet asıl hikaye başlıyor. Bir Zamanlar Anadolu'da Türk sinema tarihi için eşsiz bir örnek teşkil ediyor. Bugüne kadar hakkında pek çok şey yazılan filmlerinin ayrıntısına girmeden genel bir değerlendirme yazısı yazdığımı düşünürsek benim için listenin zirvesinde Kış Uykusu yer alıyor. Memleketimde çekilen bir film olmasının yanı sıra, oyuncululardan hikayesine kadar her şeyiyle büyüleyici bir deneyim sunuyor. Kış Uykusunu uluslararası sinemada da ayrı bir yere koyuyorum. Ahlat Ağacı ise sanki yapbozu tamamlıyor. Sinematografisi hayran bırakan yeni bir iş daha hissiyatını alıyoruz. Son olarak da sinemada izleme şansına eriştiğim, yönetmenimizin son filmi Kuru Otlar Üstüne. Bu filmin ayrıntılı yazısını daha önce bloğumda yayınlamıştım. On filmlik listenin nihayetinde, kendi dilimde izlediğim, adına sinema sanatı dediğimiz böylesine etkileyici filmleri yazdığı, yönettiği, çilesini çektiği için Nuri Bilge Ceylan'a teşekkür ediyorum.

1-KOZA, 1995

“Taşra Üçlemesi”

2-KASABA, 1997

3-MAYIS SIKINTISI, 1999

4-UZAK, 2002

Cannes Film Festivali büyük ödül

Mehmet Emin Toprak, Cannes Film Festivali en iyi erkek oyuncu ödülü

5-İKLİMLER, 2006

Cannes Film Festivali Fibresci ödülü

6-ÜÇ MAYMUN, 2008

Cannes Film Festivali en iyi yönetmen ödülü

7-BİR ZAMANLAR ANADOLUDA, 2011

Cannes Film Festivali büyük ödül

8-KIŞ UYKUSU, 2014

Altın Palmiye

9-AHLAT AĞACI, 2018

10-KURU OTLAR ÜSTÜNE, 2023

Merve Dizdar, Cannes Film Festivali en iyi kadın oyuncu ödülü

  Yazamıyorum. Yazı yazamıyorum. Ne zaman bir film hakkında yorum yapmaya başlasam, cümlelerim anlamsız gelmeye başlıyor. Zihnimde bir bahan...